EKÜMENOPOLİS: UCU
OLMAYAN ŞEHİR
İstanbul medeniyetin var olduğu
andan itibaren insanlık tarihi açısından en önemli kentlerin başında
gelmektedir. Osmanlı döneminde kalabalık bir nüfusa sahip olan kent, 19. ve
20.yüzyıllarda kent sakinlerinin temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyordu.
Özel sermayenin üstlendiği bu görevler cumhuriyetin ilanından sonra şehri terk
etmesiyle birlikte devletin desteğiyle devam ettirildi. Devletin baskın güç
olduğu dönemde yurt dışı desteklerin de alınmasıyla beraber İstanbul hem
sanayinin merkezi hem de ana karayollarının birleşim ve kesişim merkezi oldu.
Devlet yatırımlarının bu bölgede yoğunlaşması, Anadolu insanını İstanbul’a göçe
zorladı. Burada iş imkânı bulabilen birçok insan devletin konut desteğini
göremeyince sanayi ve karayolları bölgelerinin etrafında gecekondulaşmayı
tercih etti. Devletin uzun yıllar boyunca gecekondulaşma sürecine göz yumması,
konut desteğinde bulunmamaları İstanbul’un sosyo-kültürel yapısını bozmakla
kalmadı, İstanbul’un doğal yapısını ve ekolojisini geri dönülemez ölçüde tahrip
etti. 1980’li yıllardan itibaren izlenen ekonomi politikalarının bir gereği
olarak büyük kentlerin metropol kent yapısına dönüştürülmek istenmesi,
İstanbul’un her toprağını bir yatırım değeri olarak görünmesine sebebiyet
verdi.
Şehrin kendine has yapısı olan
doğal bir kanal tarafından ikiye ayrılması, toplu taşıma ağına düşen
sorumluluğu arttırmaktaydı. Ancak uzun yıllardır otomobil sektörünün
desteklenmesi sonucu olarak karayolu ağının genişlemesi, otomobil sayısının
hızla artması, İstanbul trafiğini olumsuz etkiledi. Dünyanın diğer metropol
şehirleriyle karşılaştırıldığında çok düşük kalan raylı sistem ağı İstanbul’un
trafiğine bir çözüm olarak görülmemekteydi. Bunun yerine 3.köprü ve karayolunun
denizin altından geçirilme projesi gündemdeydi. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde
görülen güçlü demokrasi anlayışı, sosyal düzen ve ekolojiye olan saygıdan
dolayı metropol şehirlerindeki büyük yatırımlar ve kentsel projeler dikkatlice
ele alınmakta ve uygulanmakta iken, İstanbul’da bu tarz bir anlayışın pek
görülemediği açıktır. Bunu ülkenin üretim gücünün zayıf olması, yeni ve yabancı
yatırımcılara ihtiyaç duyulması, ekonominin temellerinin inşaat ve otomotiv
sektörüne bağlanmasına dayandırabiliriz. Bu nedenle birçok uzman görüşüne ve
çevresel yıkımlara göz yuman bu anlayış, İstanbul’un her bölgesini küreselleşme
anlayışına uygun şekilde tüketim merkezi haline getirmekte ve pazarlamaktadır.
Devletin batı bölgelerde istihdam
olanağı sağlaması, doğu bölgelerde yeterince istihdam bulamayan insanların
İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlere göç etmesine sebebiyet veriyor.
Metropollere gelen insanlar düşük yaşam standartlarında hayatlarını devam
ettiriyorlar. Hızla büyüyen şehir elde ettikleriyle yetinmeyip şehrin ücra
kesimlerine de ulaşıyor ve bu bölgede yaşayan düşük gelirli insanları da
evlerinden etmeyi başarıyor. Ülkemin insanını, yine aynı ülkenin belediyesi
veya şirketleri mağdur ederken onların haklarını gözeten ve arayan bu
topraklardan çok uzakta bir araştırmacı oluyor. Bizse sadece kendi hayat
standartlarımızı düşünerek, başka yaşamların haklarını hiçe sayarak yaşamaya ve
daha çok kazanmak için çabalamaya devam ediyoruz.
Toplu konut adı altında yapılan
sitelerin geçtiğimiz yüzyılda birçok Avrupa ülkesinde denendiği ve bu tarz
konutların insanların yaşam kalitesine aykırı olduğu, oradaki çocukların
eğitimleri ve gelişimleri için olumsuz birer örnek olduğu anlaşılmış ve bundan
vazgeçilmiş iken ülkemizde bu tarz yapılanmalar kalitesiz binalarda, kalitesiz
alt yapı ve yollarla devam etmekte. Ekolojiyi tahrip ederken, toprağı
betonlaştırırken betonun metrelerce üstüne bahçeler yapmakla ekolojiye destek
olduğunu savunan bu büyük inşaat firmaların devlet tarafından desteklenmesi,
TOKİ’nin güçlendirilmesi ve kâr elde eden bir kurum haline dönüşmesi ülkenin
geleceğini maalesef betonla kapatmaktadır.
Küresel
kentleşme anlayışının toplumu sınıfsal olarak ayrıştırması, insanları
birbirinden uzaklaştıran, iletişimi ve hareketliliği azaltan bir politika
olduğu görülmektedir. Bunun sosyal bir sorun olduğu açıktır ve bunun üzerine
konuşulmalı ve tartışılmalıdır. Ancak geçmişte yapılan hatalardan ders
çıkarmayıp, yapılan onca ranta ve betonlaşmaya rağmen bu yolda devam edilmesi,
yeni mega projelerin hayata geçirilmek istenmesi ülkenin zararınadır ve bunun
sonuçlarını en çok biz gençler ve çocuklar çekecektir. Belgeselde bahsedilen
3.köprünün masrafı her yıl geçmediğimiz halde bizim üzerimize vergilerle
bindirilmektedir. Geçtiğimiz yılın ikinci yarısı geçiş garantisi verilen sayıya
ulaşılmaması sonucu köprüyü yapan ve işleten firmaya 1 milyar TL’den fazla
ödeme yapıldı. Köprünün yapımındaki amacın kamyon trafiğini ve şehrin ana
hatlarındaki trafiğin hafifletilmek olduğu söylenmişti. İstanbul’da yaşayanlar
bilmektedir ki köprü geçiş ücretlerinin yüksek fiyatta olması ve navigasyon
şirketlerinin güzergaha ters olduğu halde bu yollara yöneltmeye zorlaması bu
projenin amacına ulaşmadığını ve ülkemiz için zarar olduğunu göstermektedir.
Dünyadaki
neoliberal ekonomik anlayışın gereği olarak küresel kent anlayışı gelişmiş
ülkelerde başarılı örnekler verebilir. Ancak gelişmekte olan, üretimi kısıtlı
ve ekonomisi dışarıya bağımlı ülkelerde açgözlü yatırımcıların kentleri tarumar
etmesine sebebiyet vermektedir. Türkiye’de inşaat sektörünün ekonominin ana
aktörü olması bu yıkımı daha da hızlandırmış, çevreye, gelecek nesillere ve
sosyo-kültürel yapıya iyileşemez yaralar bırakmıştır. Geçmiş ve gerçekler bu
kadar açık ve net iken hala topraklarımızın, kentlerimizin ve doğamızın tahrip
edilmesi, bu topraklardaki yönetim aklının hastalıklı olduğunu bize açıkça
göstermektedir.